Çok yorgun olduğum bir gündü. Uyandığımda bir havlunun üstünde, tanımadığım bir balkonun altında olduğumu fark ettim. En sevdiğim oyuncağım da yanımdaydı. Arkadaşımın, zeminle balkon arasındaki bu daracık yere beni bırakıp gittiğini anlamam uzun zaman almadı. Onun kokusunu, ayakkabısının şeklini, bahçedeki kulübemi, fıskiyenin sabah saat kaçta çalıştığını, karpuz satan amcanın benden nasıl korktuğunu, hepsini hatırlıyorum. Belki yuvamın yolunu bulurum diyerek günlerce gezindim sahilde ama bulamadım. O gün bugündür Pırtık’la birlikteyiz.
Sahilde koşan çocukları izlerken, demir kapı hızla ve gürültüyle açıldı. Birkaç kişi elindeki eşyaları köşeye fırlattı. Bizi fark etmediler bile. Önce üzüldüm, sonra sevindim. İçinde beni sıcak tutacak şeyler de vardı. Pırtık bir şeyler öğrenmek için dışarıya fırladı. Geri döndüğünde nefes nefese hemen anlatmaya başladı.
“Yeni taşınıyorlarmış. Burası onların deposuymuş. Kamyondan eşyalar boşaltılırken gördüm dostum. Hemen çıkmalıyız buradan,” dedi. Nereye gideceğiz? diye düşünürken, sahildeki bir sığınaktan bahsetti.
“Ama oraya girmenin bazı şartları var,” diye de ekledi.
“Şartları ne acaba?”
“Bilmiyorum. Bilseydim ben de orada olurdum. Ne yaptıysam kabul etmediler,” deyip anlatmaya başladı.
Sahilin sonunda, kaleye yakın yerdeki taş duvarlarla örülmüş sığınağa gittiğimizde, beni Scooby ve Pekmez ile tanıştırdı. Pekmez okumayı biliyormuş.
“Hey! Senin tasmanda Max yazıyor,” dedi, tok sesi ve kısık bakışlarıyla.
“Evet, benim önceki adımdı o. Yapabilsem hemen söküp atacağım boynumdan,” dedim.
“Bizimle yaşamak istiyormuşsun,” dedi Scooby, alay eder gibi.
“Hadi bakalım birkaç gün içinde bizi ikna edersen, şuradaki mavi şişkin yatak senindir,” dedikten sonra Pekmez, arkasına bile bakmadan ağır adımlarla gitti.
Günler geçiyor, aklıma ikna edecek hiçbir şey gelmiyordu. Peki, ben ikna etsem Pırtık’a ne olacaktı? Yiyeceğimiz tükenmeye yakındı. Pırtık’ın eskiden tembihlediği gibi suyu koklayarak, yemekleri önce başkalarının yemesini bekleyerek zaman geçiremezdik. Zehirlenmemek için burnumun gücüne inanıyordum. Torbaların, plastik tabakların içinde vıcık vıcık bir şeyler gezip duruyordu. Hatta bazılarının üzerinde kokladığımda hapşırtan, etrafa dağıldığında bulutlara benzeyen bir şeyler vardı.
Bize yemek getiren, kaplara temiz su döken Leyla Teyze de gelmiyordu artık. Kesin bir şey geldi başına diye düşünmeden edemiyordum. O olsaydı yaşadığımız zorlukları fark eder, bize yuva da bulurdu.
Sahilde belki bir şeyler vardır diye düşündük. Ne de olsa çadırda kalanlar bazen ağzımıza layık yiyecekler bırakıyordu. Pırtık çöplerin yanına, ben de çadırların dibine bakarak sessiz adımlarla ilerlerken büyük kayanın kenarında bir şeylerin hareket ettiğini gördük.
“Bu bir yengeç,” diye bağırdı Pırtık. Eski bir balıkçı ağına yakalandığından, çırpındıkça deliklere daha da giriyordu ayakları. Bir iki kere havladım.
Şu işe bakın, öykü en heyecanlı yerinde yarıda kaldı.
Sence şimdi Max ve Pırtık ne yapacak?
Yengeç içinde bulunduğu durumdan kurtulabilecek mi?
Max ve Pırtığın yerinde olsaydın sen ne yapardın? Zor durumdaki yengece bir başka canlı saldırsaydı sen neler yapardın?
Max ve Pırtık sığınak dışında kendilerine başka bir yuva kuramazlar mı?
Fikrini söyler misin?
Sence neden öykünün ismi Sahildeki Efsane?
Sahibi Max’i bulmak için geri dönecek mi?
Comments