Geçen gün odamı topluyordum. Bu çok seyrek yaptığım bir iştir. Dolapta giyecek, masamda ders malzemesi, raflarda kitap kalmadığında, zamanın geldiğine karar veriyorum. Çünkü aradıklarımı ya eğilip yatağın altında bulmam ya da yerdeki yığının içinden çıkartmam gerekiyor.
İşte yine öyle bir gündü. Kitaplarımın arasından bir fotoğraf düştü. Geçen yıl tam da bu zamanlar, Titus Tüneli’nde çekilmişim. İki yanımda göğe uzanmış, dağ gibi duran kayalıkların arasında ben, karınca kadar görünüyorum. Babam öyle dediği için, tepedeki aralıktan aşağıya süzülen ışığın altında poz vermişim. Elimde su şişesi, yüzümde şaşırmış bir ifade... Biraz düşününce Titus Tüneli’nden üçümüzün de çok etkilendiğini anımsadım. İfademin nedeni bu olmalıydı.
“Ahh!” dedim. “Hatay gezimiz.” Öylece donmuş halde fotoğrafa bakarken, annem geldi. Birlikte oturduk ve Hatay’ı anımsadık. Orada tanıyıp sevdiğimiz insanları ve depremden sonra onlara ulaşma çabamızı düşündük.
Küçük lokantasında öğle yemeği yediğimiz aksi ama şakacı yaşlı adamı andık. Üçümüz, aç karnına tezgâhın karşısına geçmiş, yemeklere bakıyorduk.
“Mmm! Mumbar da varmış! Şahane olur.”
“Oruk da yiyelim baba, ben oruk istiyorum.”
“Zeytin üflemesi de güzel olur, ondan da alalım. Şu da zahter değil mi? Tazesini hiç yememiştim.”
Yaşlı adam sabırla, ciddi ifadesini hiç bozmadan ve tek sözcük etmeden bizi izledi. Sonunda sipariş vermek isteyince de,
“Masanıza ne getirirsem, onu yiyeceksiniz,” demez mi?
Üçümüz, süt dökmüş kediler gibi yerimize geçtik. Aksi sandığımız bu adam, dakikalar sonra koca bir siniyi doldurmuş, masamıza getirdi. Gülümseyerek,
“Anladım ki siz Hatay’ımızın yemeklerini tanıyor ve seviyorsunuz. Bazılarına zor gelen tatlara burun kıvırmadınız. Onun için size her şeyden biraz getirdim. İsterseniz, daha da getiririm,” dedi. Sınavı geçmiştik.
Depremden birkaç gün sonra annemle babam, arayıp lokanta sahibine ulaştılar. Eşi de kendisi de iyiydi. Çok sevindik.
Sonra iri gözleri ile şaşkın göründüğü kadar, sevimli de bir kral olan Şuppiluliuma’yı anımsadık annemle. Tam üç bin yıllık bir yolculuktan günümüze gelen Hitit Kralı, Hatay Arkeoloji Müzesi’nde yeni yaşamına başlamıştı. Bir buçuk tonluk bu heykel, müzenin göz bebeğiydi. Ama mozaikler, lahitler, cam eşyalar, diğer heykeller de en az bu sempatik heykel kadar kıymetliydi. Depremden sonra annem arkeolog arkadaşlarını arayıp Hatay Arkeoloji Müzesi ile civardaki diğer müzelerin, ören yerlerinin, sağlam ve güvende olduğunu öğrenmişti. Yine rahat bir nefes almıştık. Çünkü bütün bu kültürel varlıklar, eşsizdi ve korunmalıydı.
Üç akşam kaldığımız, Kurtuluş Caddesi üzerindeki küçük tarihî otelimizin, pek çok bina gibi yerle bir olduğunu öğrenmiştik. En çok, Meryem Abla için endişelendiğimi anımsıyorum. Her sabah güneş doğarken otele gelen Meryem Abla, çatı katındaki terasta, minik mutfağında bize leziz kahvaltılar hazırlıyordu. İlk işi çayı demlemek olmalıydı. Çünkü uykumun arasında taze çay ve gelirken fırından aldığı yiyeceklerin kokusunu duyuyordum. Sonra terastaki uzun tezgâhı çeşit çeşit peynir, zeytin, reçel, zahter, muhammara, humus gibi yiyeceklerle donatıyordu. Otelde kalanlar uyandıkça, nefis kokuları takip edip yukarıya terasa çıkıyordu. Meryem Abla herkesi gülen yüzüyle karşılıyordu. Sadece ağzıyla değil, gözleri ile de gülen, içten biriydi. Biz de her sabah onunla sohbet edip Habib Neccar Dağı manzarasına karşı, kahvaltımızı yapıyorduk. Bülent Ortaçgil’in şarkısındaki gibi, yüzünü dökmeyen bir kadındı Meryem Abla. Umarım çok iyidir.
Hatay’da sevdiğim başka bir yer de Müze Otel’di. Buraya akşamüzerleri gidip avlusunda çay içiyor, etrafımızda gördüklerimize şaşırıp duruyorduk. Bu ilginç otelin inşaatına başladıkları gün, arazide iki bin beş yüz yıl öncesine ait mozaikler bulunmuş. O nedenle çılgın bir mimari tasarımla, burayı hem müze hem de otele dönüştürmüşler. Havada uçuyor gibi görünen odaların aşağısı, antik kent görünümündeydi. Binanın ufak tefek hasarlar dışında, sapasağlam olduğunu öğrendiğimizde mutlu olmuştuk.
Elimizde fotoğrafla yerde otururken annem, tanıştığımız ilginç yontucuyu anımsattı.
“Aaa! Haklısın, unutmuşum onu,” dedim.
Kendisine heykeltıraş denmesini istemeyen bu yaşlı sanatçı, taşı yonttuğunu ve içinde ne varsa onu çıkarttığını söylüyordu. Yaptığı işle ilgili hiçbir eğitimi yoktu ama ev-atölyesinin her yeri irili ufaklı yontularla doluydu. Israrla yontmak ve yontu sözcüklerini kullanıyordu. Kendisiyle ilgili yerli ve yabancı basında çıkan haberleri topladığı albümünü göstermişti bize.
“Şuppilulliuma’nın heykelini yaptınız mı? Onu çok seviyorum da…” diye sorduğumda gülümsemişti.
“Haklısın, çok sevimli adamdır. Üstelik Hititleri aç kalmaktan kurtarmış, büyük bir hükümdardır,” demişti. Sonra da etraftaki dağınıklığın içinde, mırıldanarak bir şeyler aramaya başlamıştı. Raflarda yer kalmadığı için pek çok heykel yerdeydi. Dakikalar sonra yığınların arasından kalkıp,
“Yok, Şuppilulliuma’nın heykelini yapmamışım ama söz, senin için yapacağım. Bir daha Hatay’a geldiğinde bana uğrayıp alırsın,” demişti.
“Tamam,” demiştim gülümseyerek. “Buraya kesinlikle tekrar geleceğim.”
GÜZEL HATAY VE DEPREMDE KAYBETTİKLERİMİZİN ANISINA SAYGIYLA
Комментарии