top of page

KÖYÜN SIRRI

  • Yazarın fotoğrafı: ELİF BÜLBÜL
    ELİF BÜLBÜL
  • 9 Eki
  • 8 dakikada okunur
Resimleyen Ecem EKER
Resimleyen Ecem EKER

Şiddetli rüzgâr arabanın camlarını yumrukluyor, yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyordu. Silecekler çıldırmış gibi sağa sola koşuyordu. Babam, yavaşlamasına karşın önünü zor görüyordu. Annem ise sessizce yolu izliyordu. İçinden geçtiğimiz fırtına, “Yaklaşmakta olduğunuz köye gelmeyin” dercesine şimşeklerini gönderiyordu. Bu yolculuğun beni köyün sırrına götürdüğünü bilmiyordum. O yaz bunu öğrenecek ilk oğlan çocuğu olduğumu da. 

Yıl sonu karnemi alalı iki gün olmuştu. Annemle birlikte bir süre anneannemin yanında kalacaktım. Yaz tatilimi nasıl geçireceğimi bana soran yoktu tabii! Arkadaşlarım gezerken, ben de adı haritada olmayan bir köyde zaman geçirecektim. Anneme “Temiskira diye bir köy yok,” dediysem de “Sen iyi bakamamışsındır. Doğup büyüdüğüm yerin adını, harita benden iyi mi bilecek?” diye terslemişti. Babam, “Çocuğa neden doğrusunu söylemiyorsun?” dediyse de sözünün arkasını getirmemişti.

Asfalt suyun altında kalana dek tüm dünyanın yağmuru üstümüze yağdı. Arabamızın bir arazi aracı olması bizi kurtardı.  Sonunda köye ulaştık. Dağlar, tepeler aşarak sanki dünyanın öteki ucuna gelmiştik.

Anneannem bizleri kapıda sevinçle karşıladı. Burası biri büyük, ikisi küçük oda, tuvalet ve banyodan oluşan bir köy eviydi. Büyük bir sininin* içinde yenmeye hazır durumda akşam kahvaltılıklarını ve soba üzerinde kaynayan çayı görünce bizimkiler bayram ettiler. Eşyaları girişte bıraktık. Anneannem siniyi iki karış yüksekliğinde bir ayaklık üzerine koydu. Yere oturarak, etrafına dizildik. Burada yemek âdeti böyleydi. Anneannem yanıma yerleşti. İçten sevgisiyle beni kollarımdan kendine çekiyor. “Ne kadar da boylanmışsın! Özlemişim torunumu!” deyip duruyordu. Yan ve arka dişleri olmadığından fil hortumu gibi yanaklarımı vakumluyordu. Islak öpüşlerinin ardından kollarımla yanaklarımı silmekten canım çıkmıştı.

“Ne oldu kuzum, sevemeyecek miyim torunumu?” deyince annem, “Yedisini yeni doldurdu ama pek dokundurtmuyor kendisine. Çocuklar ergenliğe erken giriyor artık,” diye karşılık verdi. 

Anneannem dudaklarını ısırarak “Yedisini mi? Ben daha altı sanıyordum. Herate Ana bundan hoşlanmayacak,” diye fısıldadı anneme.

Ertesi güne erken başladık. Babam kararlaştırdığımıza göre dün akşam bizi köye bırakıp eve tek başına dönecekti. Fırtına nedeniyle anneannem babamı geri göndermese de sabah gün doğmadan yola çıkmasını istemişti. Bir telefon her şeyi değiştirdi. Annemi hastaneden acilen çağırıyorlardı. Ameliyat hemşiresi bir trafik kazası geçirmiş. Annemden başka kıdemli bir hemşire olmadığından hastane müdürü onun gelmesini buyurdu. Bu hastanede neredeyse askeri bir disiplin vardı. Gel denmişse gidilirdi. Annem, babamla birlikte geri döndü. Bana da “Anneanneni üzme!” diye tembihledi. Ya ben? Ne yapacaktım bu sıkıcı yerde? Onlarla gitmek istediysem de anneannem beni bırakmadı. Kös kös arkalarından bakakaldım.

Dünkü kasvetli hava bugün içimde devam ediyordu. Anneannem, “Kuzum, seni eğlendirecek bir şey bulalım bari. Yüzün düştü,” dedi, bir yandan da eliyle bahçesini işaret etti. “Hadi toplanmayı bekleyen sebzeler var.” 

Küçük bir alanda ekili domates, salatalık, biber ve biraz da karalahana topladık. Sonra çevreyi gezmeye başladık. Anneannemin fındık bahçesinin alt tarafından geçen dereden buz gibi sular akıyordu. Dev gibi kayın ağaçları gökyüzünü deliyordu. Bu ağaçların yaptığı gölgelik yerlerde cılız ve gür otlar, renkli yapraklı çalı bitkileri öbek öbek boy atmıştı. Anneannem sanki kızlarıymış gibi bana isimlerini sayıyordu. “Bak bu yumak otu, bu kadıntuzluğu, bu da kekik-geven.” Her renkte yapraklar tatlı tatlı hışırdıyor, bir kuş güzel sesiyle sanki bir yan flüt çalarmış gibi uzun uzun ötüyordu. 

“Aa! Bu kuşu her zaman görmek nasip olmaz. Karatavuk bu!” dedi anneannem. Kargadan daha zarif ve biraz daha küçüktü kuş. O anda bilmediğim bir dünyaya açılan sırlı bir kapının eşiğinde duruyormuşum gibi hissettim.

Anneannem “Biri geldi,” dedi.  Benim duymadığım bir sesi duymuş gibi yeşilliğin arasında kaybolmuş eve doğru başını çevirdi. Tuhaftı doğrusu, evin önüne gittiğimizde yaşıtım olabilecek bir kız çocuğu bizi bekliyordu. Açık kumral saçlı ve uzun boyluydu. Yeşile çalan gözleriyle beni inceliyordu. 

“Ninem çağırdı,” diye zorla konuştu sonunda. 

“Bak torunum geldi, burada canı sıkılmasın. Beraber gezin, olur mu?” dedi anneannem. Kız omuz silkti. Bir şey demeden hızlı hızlı oradan ayrıldı. 

“Madem beni çağırmış, öyle olsun! Eninde sonunda bu konuyu konuşacağız,” dedi anneannem.

“Ben de geleyim mi?” diye sordum. 

“E yani, konu da seninle ilgili zaten,” diye söylendi.

Burası bir dağ köyüydü ve düz bir yeri yok gibiydi. Zemini düzleyebildikleri yerlere ev kondurmuşlardı. Bulunduğumuz yerden daha da yüksek bir tepe vardı ki bir insan evladı oraya tırmanamazdı. Tepesinde atmacalar dönüp duruyordu. Burası öyle bir coğrafyaydı ki, gökyüzü alçalmaya karar verse, bu köyü yutuverirdi. 

İnişli çıkışlı, yer yer daralan yollardan geçerek başka bir evin önüne gittik. O kız da oradaydı. Anneannem, “Sen burada bekle!” dedi. Bizim sınıfın kızlarını susturmak zorken, bu kızın ağzını açmaması tuhaftı. 

“Dilsiz misin?” diye sordum. Bu sefer dilini çıkardı. “Konuşabiliyor musun?” Başını salladı bu sefer. 

“Adın ne?” 

“İluzna”

Evden hararetli konuşmalar geliyordu ama ne dedikleri anlaşılmıyordu. İluzna konuşmadan bana dik dik bakıyordu. Anneannemi beklemek sıkıcıydı. Bu köyde görülecek ilginç bir yer var mıydı? Sordum. Parmağı ile aşağı taraftaki taş yığınlarını gösterdi. U şeklinde özenle dizilmişti. 

Yakından görebilmem için dik bir yoldan oraya inmem gerekiyordu. Yokuş aşağı neredeyse yuvarlandım. Kendimi, yürümeyi yeni öğrenen çocuklar gibi hissediyordum. 

U şeklindeki taşların ortasında masayı andıran tek parça mermere yaklaştım. Üzerinde kurumuş kan lekeleri duruyordu. Tüylerim ürperdi. 

Arkamda İluzna’nın soluğunu hissettim. “Korktun mu?” diye sordu sordu. Ödümü kopardığını söylemek işime gelmedi.  

“Yoo neden korkacakmışım? Söyle bana. Ne yapıyorlar burada?” diye sordum. Kız yalnızca omzunu silkti.

Anneannem, köyün meyve satarak geçindiğini söylemişti ama öyle çok ağaç yoktu burada. İluzna’ya sordum. Kısa cümleler ile daha çok beden dilini kullanan kız, yine beni şaşırtmayarak doğru dürüst cevap vermedi. Bu durum ise merakımı arttırıyordu. 

Oflaya puflaya tekrar yukarı çıkmaya yeltenmiştim ki yüzü kızarmış anneannemi gördüm. İluzna yanımdan bir tavşan gibi geçerek evine gitti. U şeklindeki taşları sordum anneanneme. “Adaklarımızı orada kesiyoruz,” dedi. 

“Adak mı? Ne için?” diye sordum. 

“Ne oldu düştün mü sen? Neyse, olur burada öyle şeyler,” dedi sorumu yanıtlamak yerine.

Canı sıkkındı ve tek sözcük bile konuşmadan eve döndük. Karalahana çorbasını, sobanın üstünde ısıttı anneannem. Mısır ekmeği ile unutulmaz bir ikili ve buranın bilindik yemeğiydi. Sabahtan beri keçi gibi yukarı aşağı yürümekten yorulmuş ve kurt gibi acıkmıştım. Yemekten sonra, cep telefonumu çıkardım. Kendi evimde olsam, onsuz yapamazdım ama burada sabahtan beri aklıma bile gelmemişti. Bir süre sonra ışığı karardı. Sırt çantamın içinde şarj aletini aradığımda, bir kâğıt parçası buldum. Babamın el yazısı ile şöyle yazıyordu. “Tatilde bari uzak kalasın diye şarjını çantana koymadım.” Ne yani şaka mıydı bu! Beni bırakıp gittiler, üstelik de yaptıklarına bakın. Dünyayla bağımı koparmışlardı.

Anneannem işlerine dalmışken, ben de köyü gezmeye karar verdim. Gürül gürül akan sularda susuzluğumu giderdim. Yemiş ve böğürtlen yiyerek ağzımı tatlandırdım. Zaman geçti, hava hafifçe karardı. Anneannemin evine dönerken yolu kaybetmiş olmalıydım. Karşıma köyün mezarlığı çıktı. 

Selvi ağaçlarının dalları arasından baykuş sesleri gelmeye başladı. Kuvvetli bir esinti selvileri salladı. Zaten uzun olan dalları büyük mezar taşlarının üzerini süpürürcesine temizledi. Rüzgârın içinden bir ses geldi: “Git buradan!” 

Hızla çevreme göz gezdirdim. “Kim var orada?” diye bağırdım. 

Kimsecikler yoktu. Kalbim göğsümden çıkmak üzereydi. Oradan hızla uzaklaşmak istesem de ayaklarımı oynatamadım. 

Önünde durduğum mezar taşlarına saygıda bulunuyormuşum gibi kalakaldım. Klete, Helene, Semirna gibi isimler yazılıydı taşlarda. Büyükçe ve görkemli bir mezar taşının üzerinde Mirina yazıyordu. Ayakucunda küçük bir sunak bulunuyordu. Üzerinde kan izleri vardı. Derin bir nefes aldım. Arkamda birinin olduğunu hissettim.  Başımı korkuyla çevirdiğimde yine İluzna’yı gördüm.  Alacakaranlıkta bir vampire benziyordu! 

“Hayır boynumu dişleme!” diye bağırdım. 

 “Ninem seni burada görürse kızar, git buradan!” dedi. Kızın vampir dişleri olmadığını görünce korkum azaldı. 

“Az önce fısıldayan sen miydin?” diye sordum. 

“Ben yeni geldim,” dedi. Pantolonuma bakarak hain hain güldü. Önümdeki ıslaklığı fark edince utandım. İçine düştüğüm rezil durumda bile soru sormaktan geri kalmadım.

Elimle önümü kapamaya çalışarak, “Mirina kim?” diye sordum.

Mirina buranın koruyucu ruhuymuş. Bu köye yedi yaşını doldurmuş oğlan çocukları giremezmiş. Benim orada olmam, bu ruhu rahatsız etmiş. O nedenle köye uğursuzluk gelecekmiş. Ninesi böyle açıklamış. İki gün sonra dolunay gecesiymiş. Mirina köye inecekmiş. O zamana dek benim köyü terk etmem gerekiyormuş. Bu garip açıklama karşısında ürperdim.  

“İluzna ben yolumu kaybettim beni anneannemin evine götürür müsün?” diye sordum. Mezarlıkta uçuşan yarasaları ve öten baykuşları geride bırakarak oradan çıktık.   

Eve vardığımda anneannem kapıda beni bekliyordu. “Nerde kaldın sen?” diye sordu. Pantolonumu görünce “Ne oldu oğlum?” dedi telaşlı. Ona başımdan geçenleri ve İluzna’nın dediklerini anlattım.

  “Bakma sen ona, yarım akıllıdır,” dedi. Banyoya gidip kendimi temizledim. Temiz kıyafet giyerek yemeğe oturdum. Anneannem yer sofrasını kaldırırken sobanın yanındaki divana kıvrıldım. Yaşadıklarım beni yorduğundan sızmışım, gözümü açtığımda sabah olmuştu. 

Kahvaltıdan sonra köy meydanına indiğimizde, o ana dek görmediğim bir kalabalık gördüm. Köylülerin hepsi kadındı. Beni gören yaşlı bir nine, anneanneme ve bana dik dik baktı. 

“Semirna, dememize rağmen kızın bir kız çocuk doğuramadı. Yüzyıllardır sürdürdüğümüz geleneğimizi yıktı,” dedi ve devam etti. “Yarın dolunayda Mirina göklerden yere inecek. Lanet gelmesin diye ona dua edip kurban kesmeli.”

Bu tuhaf konuşan ihtiyar, İluzna’nın ninesi, Herate anaymış ve köyün bilge kişisiymiş. Bu topraklarda yaşamış, artık aramızda olmayan kadınların sözcüsü ve Mirina’nın sadık hizmetkârıymış.  

Ertesi gün köyde büyük hazırlıklar başladı. Kuru dallar toplandı. U şeklindeki taşın olduğu yerde büyük bir ateş yakılacaktı. Peşimde hayalet gibi gezen İluzna akşama dek ortalıkta gözükmedi. Hayatımda böyle büyük bir ateşi ilk kez görüyordum.  

Dolunay göğe yükselirken Herate Ana, bilmediğim bir dilde dualar söylemeye başladı. Köy kadınları ona eşlik ediyordu. Ateş, sönmesin diye sürekli besleniyordu. Ortaya İluzna geldi. Ellerini yukarı kaldırarak, nine ile aynı duayı okumaya başladı. Bir süre sonra inanılmaz bir şey oldu. İluzna’nın üstüne doğru bir ışık indi. Kafasının üzerinde hareler şeklinde dönüp duruyordu.  Hareler insan biçimini aldı. Uzun saçlı, iri gövdeli, kalkanlı, silahlı bir savaşçıya benzedi. Dile geldi. Ne dediğini anlamıyordum ama görsel şölen beni büyülemişti. Anneannem onun Amazon kraliçesi Mirina olduğunu söyledi. Atletik yapılı, uzun boylu ve elinde mızrak olan ikinci bir kadın ışık içinde belirdi. Efsane bir duruşu vardı: bu köyde geçmişten bu yana yaşayan kadınların saygı duyduğu koruyucu ruhun ışıkta yansıyan görüntüsüymüş.

Dolunay sanki daha da büyüdü. Dua edenlerin sesi göğe yükseldi. Herate Ana görüntülerle konuştu. Önünde eğildi. Hediyelerini sundu. İki görüntü birer küçük yıldıza dönüşüp göğe yükselerek gözden kayboldu. İluzna ve ninesi yorgunluktan yere yığıldı. Kadınlar onları hemen yerden kaldırdılar. Yüzlerini yıkayıp evlerine taşıdılar. Anneannem bunun öteden gelen bir inanış olduğunu, köyü korumak için yapıldığını söyledi. Bolca adaklar verildiğinden Herate Ana’nın köylülerin korktuğu laneti yağdırmayacağını söyledi.

O günden sonra İluzna’yı bir daha görmedim. 

Meyve ağaçlarını nereye sakladıklarını buldum. Köyün vadiye bakan bölümünde sisler içinde duruyorlarmış. Anneanneme göre Mirina, burayı yabancılar görmesin diye bulutlar içinde saklıyormuş. 

İşte böyle geçti yaz tatilim, ninemin yanıt vermediği, aklımdaki onlarca soruyla. Ve son Amazon kadınlarının yaşadığı, bana garip garip baktıkları, hiç konuşmadıkları bu köyde, yalnız başıma özgürce dolaşıp durdum. Ayrıcalıklı bir oğlan çocuğu olarak.





*Bu etkinlik Tuğçe Sarsılmaz Köksel tarafından hazırlanmıştır.

KONU: Gizemli bir köye giden oğlan çocuğunun başından geçen mitoloji dolu bir macerayı anlatıyor.

TEMA: Gizemli mitolojik hikâye

ANAHTAR KELİMELER: Karatavuk kuşu, köy, macera, gizem, mitoloji, heyecan, merak, adak, dolunay.

KIPIR KIPIR DÜŞÜNCELER

Her sorunun cevabı başka bir soruyu oluşturmaktadır. Beraber soru çoğaltma oyunu ile kıpır kıpır düşüncelere başlıyoruz. Öncelikle ben size Mitoloji nedir? Sorusunu soracağım. Sizler bu sorunun cevabını bir dedektif gibi araştırırken elinize bir not defteri ve kalem almayı unutmayın. Çünkü karşınıza çıkan cevaplardan birçok soru gelecek aklınıza mesela büyük dedenize bu soruyu sorduğunuzda anlattıklarını dinlerken; Gerçek nedir? Rivayet nedir? Karatavuk kuşu nerede yaşar? Ay döngüsü nasıl olur? Gibi hem bilimsel bir yolda ilerleyip hem gerçek üstü birçok hikâye duyabilirsiniz.

KIPIR KIPIR ETKİNLİKLER:

Gizemli Olaylar Oyunu: 

İki ya da daha fazla oyuncu ile oynanması keyifli olan bu oyun bir hikâye kurma macerasıdır. Öncelikle ihtiyacınız olan büyük bir kâğıt, rengarenk kalemler, yapışkanlı kâğıt ve hayal gücü. Öncelikle oyuna bir harita çizerek başlıyoruz. Kalabalık gruplar kendi içinde küçük gruplara ayrılabilir. Sizler köy halkısınız. Bilinmeyen bir nedenle köyünüzü terk etmek zorunda kaldınız ve kendinize yeni bir köy inşa etmelisiniz. Yeni köyünüz için gizemli bir toprak buldunuz. Bu toprak sizin kağıdınız. Kâğıdın üzerine renkli kalemlerle köy inşasına başlıyorsunuz. Kimin evi nerede? Okul, hastane, postane, kütüphane gibi bir köyde olması gereken ne varsa tüm detayları düşünün. Köyünüzü kurduktan sonra her oyuncu yapışkanlı kâğıdın üstüne bir resim çizer. Örneğin bir fosil, mesaj gönderen bir kuş, gizemli bir mağara gibi. Çizilen kağıtlar köyün belli bölgelerine yapıştırılır. Artık hikâyeyi başlatalım. Sıra ile hikâyeyi devam ettirmeli hayal gücünüzü genişletmelisiniz. Hikâye şöyle başlar: Bilinmeyen bir nedenle köylerini terk etmek zorunda kalan sizler köyünüzü terk ettiniz ve yeni köyde peşinizi bırakmayan gizemli olayları artık çözmelisiniz. 


2 Yorum


Betül
13 Kas

Çok güzel bir öykü.

Beğen

Elif Bülbül
10 Eki

Severek yazdım ve defalarca okudum. Öykümü yayına kabul eden Gönül ablama, Ecem Eker'e ve tüm Kıpırtı Çocuk ekibine teşekkür ederim.

Beğen
İletişim
  • Instagram
  • Facebook

Gönderdiğiniz için teşekkür ederiz!

YAYIMCI: YAKIN KİTABEVİ İMTİYAZ SAHİBİ: LEVENT SALICI © 2021 KIPIRTI ÇOCUK DERGİSİ HER HAKKI SAKLIDIR. KAYNAK BELİRTİLMEK KOŞULUYLA YAZILARDAN ALINTI YAPILABİLİR. DERGİDE YAYIMLANAN TÜM ESERLERİN SORUMLULUĞU YAZARLARINA AİTTİR.

​SSS.-SİTE İÇİNDE ARADIĞIM METNİ NASIL BULABİLİRİM?

CONTROL+F TUŞLARINI AYNI ANDA TIKLAYIN. EKRANA GELEN BOŞ KUTUCUĞA ANAHTAR KELİMELERİ YAZIN. ÖRN. YAZAR İSMİ, BÖLÜM ADI, BAŞLIK VB. SONRA ENTER TUŞUNA BASIN. İLGİLİ KELİMELERİN OLDUĞU METİNLER RENKLENDİRİLMİŞ OLARAK EKRANINIZA GELECEKTİR.

bottom of page