top of page
Ara
  • Yazarın fotoğrafıEsra Abalı

GEZGİN ADA YOLDA, ASIL GİDECEĞİMİZ YER

Güncelleme tarihi: 31 Ara 2022



Merhaba,

Ben Ada. Bisiklete, hız trenine binmeyi, film izlemeyi, köfte ile makarna yemeyi ve bir de yolda olmayı çok seviyorum. Yolda olmak derken uçakta, arabada, gemide ve elbette trende olabilir. Benim için fark etmez. Ama biliyorsunuz büyükler sevmez öyle yavaş olmayı. Gidecekleri yere hoop diye varmak isterler. Çünkü hep bir aceleleri vardır. O nedenle tren, araba ve gemiyi pek tercih etmezler.




Doğrusu hiç anlamam bu telaşlı hallerini. Oysa bana kalsa her şey yavaş olmalı hayatta. Tıpkı bir kaplumbağa gibi. Dünya bile acele etmiyor dönmekte, öyle değil mi? Biz neden hayatı hızlı karelerle yaşayalım ki!

Gittiğim yerleri yazdığım, resimler çizdiğim, bazen topladığım çiçek, yaprak ve hatta ölmüş böcekleri arasına koyduğum bir defterim var. Onu kimsenin göremeyeceği bir yerde saklıyorum. İşte bu deftere yazdıklarımın bir kısmını, sizlerle paylaşmaya karar verdim.

Geçenlerde uzun bir araba yolculuğu yaptık. Size onu anlatacağım. Yani bana göre sıkıcı değildi ama eve döndüğümüzde annem bir süre,

“Vallahi Kavimler Göçü’nü yeniden yaşadık. Uzun süre, araba yolculuğu filan demeyin bana,” diye söylenip durdu.



Sabah erkenden çıktığımız yolda tüm gün tıngır mıngır gittik. Hesapta hiçbir yere uğramayıp kısa molalarla hedefimize ulaşacaktık. Gel gelelim işin gerçeği hiç öyle olmadı. Kula’da peri bacalarına bakalım, Uşak Arkeoloji Müzesi’nde Kral Karun’un hazinelerini görelim, Afyon’da sucuk ekmek ve lokum yiyelim derken, Konya’ya akşam çok yorgun ulaştık. Erkenden uyumuşuz.

İyi uyku çeken insanlara has dinçlikle sabah erken saatte kendiliğimden uyandım. Kahvaltımızı yaptıktan sonra ilk iş Mevlana Müzesi’ni gezdik. Müzedeki rehberimiz, Mevlana ile ilgili çok güzel şeyler anlattı. Hoşgörülü, insan ayırt etmeyen ve merhametli bir filozofmuş Mevlana.

Kendimi tutamayıp, “Tıpkı dedem gibi!” deyince beraber gezdiğimiz grup bana güldü. Ne yani, dedemi Mevlana’ya benzetemez miyim? O da çok merhametli ve iyi kalplidir.




Müzeden çıkıp tropikal kelebek bahçesine gittik. İçerisi yağmur ormanları gibiydi. Diyeceksiniz ki “Yağmur ormanlarını gördün mü?” Görmedim. Ama böyle sık bitkili, çok nemli ve sıcak bir yer olduğunu, okuduklarımdan biliyorum. İşte bu bitkilerin arasında uçuşan veya yaprakların üzerinde keyif çatan yüzlerce kelebeği izlemek, çok keyifliydi. Fotoğraflarını çekeceğim diye hoplayıp zıplamaktan resmen başım döndü. Ter içinde kaldım.

Burayı gezdikten sonra, asıl hedefimize varmak için tekrar arabaya yerleştik. Kulaklığımı takıp müzik dinlemek için hazırlık yapıyordum ki babam,

“Yolumuzun üzerinde değil gerçi ama Çumra’ya doğru saparsak Çatalhöyük’ü de görebiliriz. Bir saat kaybederiz fakat çok şey kazanırız,” deyip bana göz kırptı.

Asıl gideceğimiz yere bir an önce varmak için sabırsızlandığımı bildiği için, beni ikna etmek zorunda hissediyordu. Babamın zor ve uzun yollara sapma merakına direnmenin anlamsızlığını artık çok iyi bildiğimden, duymamış gibi yaptım. Çatalhöyük’ü elbette biliyordum ve burayı içten içe merak da ediyordum.

Geniş yolda ilerlerken etrafın çoraklığı dikkatimi çekti. Kilometrelerce yol boyunca ağaç, hatta tepe bile yoktu. Etraf dümdüzdü.

Bir saat sonra Çatalhöyük’e ulaştık. Arabadan inip etrafıma bakınırken dokuz bin yıl öncesini hayal etmeye çalıştım. Karşımda duran iki tepeye doğru baktım. Gözümde hiçbir şey canlanmadı. İnsanlar göçebeliği bırakıp ilk kez burada tarım yapmıştı.

Bu sırada köpeğim Lola, tuhaf tuhaf hoplayıp zıplamaya başladı. Görünmez bir şeyleri kovalayıp onlara havlıyordu. Sarılıp onu zar zor sakinleştirdim.

“Ne oldu Lola? Bizim göremediğimiz şeyler mi görüyorsun?” diye sordum.

Uysal bir ses çıkardı ve kıvrılıp yere uzandı. Sakinleşmişti. Kazı alanının karşısına doğru yürüdük. Buradaki yaşamı canlandırdıkları kerpiçten evler yapmışlardı. Çatıdan girilen evler, penceresiz ve kapısızdı. Ölülerini yaşadıklara yere gömmek gibi bir adetleri varmış o zamanlar. Çok tuhaf, değil mi? Her yıl dünyanın dört bir yanından araştırmacılar, sanatçılar ve bizim gibi meraklılar gelip geziyormuş burayı. Bence de gezmeli ama keşke Lola’nın gözleri ile bakabilseydim. Çünkü bizden daha fazlasını gördüğüne adım gibi eminim.

Asıl hedefimize varmak için tekrar yola çıktığımızda, bakalım daha nerelere sapacağız? diye düşünüyordum. Derken büyük bir obruğun yanında durduk. Hayatımda böyle bir şey görmemiştim. Ne kitaplarda, ne de filmlerde. Yüz elli metre derinliğinde, üç yüz metre genişliğinde dev çukura bakarken gözlerim kocaman açıldı. Gerçi zaten yasaktı ama ne yalan söyleyeyim dibine kadar gitmeye korktum. Konya Ovası boyunca, bu dev çukurlardan bir sürü varmış. Yer altında kireçtaşı gibi tabakalar, zamanla eriyip çökünce oluşuyormuş çukurlar.

Doymak bilmeyen, her şeyi yutabilecek dev bir canavarı hatırlattı bana. Bu sebeple bence yeryüzü şekilleri içinde en heyecan verici olanı obruklar. İsmi de zaten obur bir canavara yakışır cinsten. Sizce de öyle değil mi?

Tekrar arabaya yerleştiğimizde, gün bitmek üzereydi. Güneş iyice alçalmıştı. Neredeyse iki gündür yoldaydık ve asıl gideceğimiz hedefe hâlâ varamamıştık. Hatta yakınında bile değildik.

“Böyle gidersek Kapadokya’ya hiç ulaşamayacağız,” dedim bizimkilere.

İkisi de radyoda çalan müziğe eşlik ediyordu. Biri ıslık çalıyor, diğeri de söylüyordu. Beni duymadılar bile. Çaresizce arkama yaslandım. Kapadokya’da yapacağımız balon turunu hayal etmek için gözlerimi kapadım.

Kapadokya’da yaşadıklarımızı anlattığım yazıyı defterden buraya aktarmayı planlamıştım. Ama şu hale bakın. Bizim bitmeyen yol gibi, bir türlü Kapadokya’ya ulaşamadım. Saat de epey geç oldu. Yarın sabah okul var. Artık yatmam gerek. Anlaşılan çok sevdiğim Kapadokya, bir sonraki yazıya kaldı. O vakte kadar, beni merakla bekleyin. Olur mu?



138 görüntüleme2 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

GÜZ VE MARTI

bottom of page