(İzmir-Çanakkale-Dedeağaç-Kavala-Selanik-Manastır-Ohrid-Sakız Adası)

Annem, elinde bir tomar kâğıtla odama geldiğinde matematik sorularına bakıyor ama
bambaşka şeyler düşünüyordum.
“Çözümü zor bir problemle karşı karşıyayız” dedi.
Daha odaya girmeden ne ile boğuştuğumu anladı demek, diye düşündüm.
“Bir değil, on beş anne,” dedim
“Ne demek o Ada?”
“Yani çözmem gereken on beş tane problem var.”
Annem soluk alıp gözlerini devirdi. Sonra da benim söylediğimi hiç duymamış gibi yapıp
yatağıma oturdu.
“Elimizde altı günlük tatil, memnun edilmesi gereken dört yetişkin ve bir çocuk var.
Çocuğun babası motosikletle seyahat etmek istiyor. Dede uçağa binemediği için yüzen veya
tekerlekli bir araçla seyahati tercih ediyor. Anneanne ise yakın zamanda kaybettiği annesinin
memleketi Manastır’ı* görmek istiyor. Çocuk ve annesi, problemde etkisiz eleman. Neresi
olursa gitmeye hep hazırlar.”
“Dur bakalım!” dedim. “Anne, kendi adına konuşsun lütfen. Çünkü çocuk da güzel bir
deniz keyfi yapmayı tercih ediyormuş. Şöyle bembeyaz kumlu bir plajda.”
“Hayır Ada, senin ve benim bu planda sessiz kalmamız gerekiyor yoksa kriz büyür. Biz
kendimize sonra başka tatil planlarız. Önce gel şunu halledelim.”
Kendi matematik problemlerimi bir kenara itip anneminkine odaklandım. Denklemin
üzerine, bilinenleri yerleştirmeye başladık. Böylece planı sadeleştirebildik. Bir kişi motosiklet
üzerinde, dört kişi arabada, kuzeye doğru yola çıkmaya karar verdik.
Yolculuğun ilk günü
Öğle yemeği yiyelim, kahve içelim, Truva Atı’nı da görelim derken akşamüzeri
Çanakkale’ye girdik. Valizleri tarihi otelimize bırakıp kendimizi sokağa attık.
Boğazla aramızda iki küçük sokak varmış. Deniz kıpırtısız, hava ılıktı. Çanakkale
Boğazı’nı, karşıda görünen yeşil tepeleri gözlerimle taradım. Etrafımız İngilizce konuşan, parlak sarı saçlı insanlarla çevriliydi. Hepimiz aynı şeyi düşünmüş olmalıyız ki babam başıyla
kalabalığı işaret etti.
“Anzaklar,” dedi. “Dün yapılan Şafak Ayini** için gelmişler.”
Dedem gülümsedi “Dedelerinin anısının peşinde koşan Avustralyalılar yani,” dedi.
Dükkânların vitrinlerinde Avustralya bayraklı süsler ve çeşitli dini simgeler satılıyordu.
Çoluk çocuk bir sürü insan sokakları doldurmuştu. Dünyanın bir ucundan gelip zamanında
burada savaşmış ataları için, yine dünyanın o ucundan kalkıp buraya gelmişlerdi. Sabahın ilk
ışıklarına dek uyanık kalmışlardı. Gece bu düşüncelerle uykuya dalmışım.
Ertesi sabah feribotla Eceabat’a geçip kıyı boyunca yol almaya başladık. Deniz öyle
kıpırtısızdı ki oyun oynayan yunuslar görünüyordu. Öğleye doğru Keşan’a geldik. Yol
kenarında, içinden dere geçen yemyeşil bahçeli bir kır lokantasında mola verdik. Karnımızı bir güzel doyurunca annem,
“Mutlu ve tok direksiyona geçebilirim,” dedi.
Benim gözüm babamdaydı. Her molada RoboCop*** Kıyafetini çıkarıyor, mola
sonunda tekrar giyiyordu. Bana çok yorucu gelen bu aktivite, içime dert oluyordu. Yemekten
sonra yine hazırlanmaya başladığını görünce dayanamayıp sordum:
“Sen iyi misin baba? Yorulmadın mı hâlâ?”
“Bomba gibiyim, hiç yorulmadım,” demez mi?
Benim dışımda, herkes güldü babamın yanıtına.
Kısa bir süre sonra İpsala tabelasını gördük. Sağ tarafımızda kalan Meriç Nehri’ne
anneannem el salladı.
“Sınırdan geçme meselesi beni çok geriyor,” dedi. “Bak kalbimi elle,” diyerek tuttuğu
elimi göğsünün üzerine koydu.
“Sahiden anneanne, kalbin fırlayacak gibi atıyor.”
Annem gülmeye başladı.
“Casusluk hikâyeleri gelmiştir aklına da ondan,” dedi.
Sınır kapısında bekleyen az kişi vardı. Sıra bize çabuk geldi. Polise pasaportlarımızı ve
evraklarımızı gösterip geçtik.
“Aaa! Bu kadar mıydı?” dedi anneannem. Sesinde büyük bir şaşkınlık vardı. Heyecanlı
bir şey yaşamaktan korkmuş, yaşamayınca da hayal kırıklığına uğramıştı.
Bense yine sorularımın içinde kaybolmuştum. Ülke sınırı nedir, uzaydan görünür mü, tam olarak nerede başlar, nerede biter? Peki... Pasaport denen şeyi ilk hangi akıllı uydurmuş?
Dedem ve anneannem sorularıma yanıt bulmaya çalışıp beni dünyanın
kurallarına ikna etmeye uğraşırken Dedeağaç’a (Aleksandrapolis) ulaştık.
“Çok güzel bir sahil kasabasıymış,” dedim.
Buranın simgesi olan deniz fenerinin dibinde, benim dondurma molamı verdik. Diğerleri
de kahvelerini içti.
Güzel hava hâlâ bizimleydi. İki şeritli sakin yolda tır trafiğini sınıra yakın terk etmiştik.
Ben de babam için rahat bir nefes almıştım. Müziğimizi dinleye dinleye Kavala’ya ulaştık.
Otelimiz deniz kenarındaydı. Eşyaları odaya bırakırken manzaramızı kontrol ettim. Kavala
Kalesi, liman ve alabildiğine deniz… Hepsine beşinci kattan bakıyordum. Güneş karşımızda
günü bitirirken kaleye yakın bir lokantada ona veda ettik.
Ertesi gün Selanik’e geçtik. Kent merkezinde epey yürüdük. Türk Konsolosluğunun
bahçesinde bulunan, Atatürk’ün doğup büyüdüğü evi ziyaret ettik.
Anneannemle dedem evi cıkcıklayarak hoşnutsuz bir ifadeyle dolaşınca sormadan
edemedim.
“Çok güzel bir ev. Neyi beğenmediniz?”
Sanki hoşnutsuzluğunun sorumlusu benmişim gibi anneannem kızarak cevap verdi:
“Görmüyor musun yavrucuğum? Öyle kötü bir restorasyon**** yapmışlar ki döneminin
ruhunu yansıtmıyor. Sözüm ona Atatürk’ün birkaç eşyasını koyup durumu kurtarmaya
çalışmışlar. Yok efendim yok, tarihi ve kültürel varlıklarımıza olması gerektiği gibi sahip
çıkamıyoruz.”
Oradaki görevlileri de azarlamaya başlayacaktı ki dedem, gel biraz hava alalım deyip
anneannemi nazikçe dışarı çıkardı.
Selanik, deniz kenarında çok güzel bir kentti. Sağa sola bakalım, şunu yiyelim, bunu
içelim derken turun çocuk yolcusu ben ve iki yaşlısı yorulmuştuk. Annemle babam isteksizce,
“Otele gidelim o halde,” dediler.
Annem navigasyona Katachas yazdı. Uzanıp baktım,
“Oohoo! Otuz kilometremiz varmış,” dedim. Gerisini anımsamıyorum. Beni
uyandırdıklarında Katachas Köyüne ulaşmışız. Valizleri indirmişler, beni de kucaklamaya
çalışıyorlardı.
“Durun, ne yapıyorsunuz? Ben bebek değilim,” deyip fırladım. Uzaktan gelen birkaç
havlama ve saatini şaşırmış horoz ötüşünden başka ses yoktu.
Otelimiz Polys Konuk Evi, iki kadın arkadaşın işlettiği, kovboy evlerini anımsatan
kahverengi ahşap bir yapıydı. Hiçbir lüksü olmayan, tertemiz ve rahat odalarımıza yerleştik.
Akşam yemekten sonra hava iyiden iyiye serinlemiş, bahçede oturulmaz olmuştu. Farklı
ülkelerden, dillerden konuklar içeriye doluştuk. Dedemle ben tavla turnuvamıza giriştik.
Anneannemle annem, otelin Yunan sahibeleri ile koyu bir sohbete daldı. Babam da kitabına
gömüldü. Gözüm ondaydı, çünkü itiraf etmese de yorgun görünüyordu. Zaten birkaç sayfa sonra kapanan gözlerinden haklı çıktığımı anladım. Ama kıyamadığım için ona bunu kanıtlayamadım. Zafer kazanmış edayla hafifçe dedemi dürtüp gösterdim.
“Bak, babam nasıl da yorulmuş.”
“Yorulmuştur tabii, kolay mı iki tekerin üstünde bunca yol. Ses etme de uyusun.”
Makedonya’ya doğru
Akşamdan karar verdiğimiz gibi sabah sekiz buçukta ekiple kahvaltı masasında buluştuk. Uzun bir yol yapacak, farklı bir ülkeye geçecek ve ninemin memleketini görecektik.
“A Takımı yerlerini alsın bakalım!” dedi annem.
Yola çıktığımızdan beri kimse oturduğu yeri değiştirmemişti. Annem direksiyonda,
dedem yanında, anneannem ve ben arkada, hep aynı koltuktaydık. Babam da önde
motosikletindeydi.
İki saat sonra Makedonya sınırına varmıştık. Polisler akrabalarını görmüş gibi karşıladı
bizi. Anneannem de artık sınır geçme korkusunu yenmişe benziyordu. Polislere şaka bile yaptı. Onlar da anlamadıkları halde kahkahalarla güldü.
Gezimizin ilk gününden beri bizimle olan güneş, bugün saklambaç oynamaya karar
vermişti. Manastır’a (Bitola) girdiğimizde bize göz kırpıp kocaman bulutun arkasına saklandı ve bir daha da yüzünü göstermedi.
Manastır şanssız günündeydi. Azıcık güneş parlasa, rüzgâr olmasa onu kolay
sevebilirdik. Ne de olsa ninem buralıydı. Yemyeşil doğasına rağmen yıkık dökük binaları, ona
bakımsız bir görüntü vermişti. Trafiğe kapalı Shirok Caddesi’nde bir aşağı bir yukarı yürüdük.
Caddenin sonunda Büyük İskender ve Erkek Melek heykellerini gördük. Ardından Atatürk’ün
eğitim aldığı Askeri İdadiyi ziyaret ettik.
“Kent bitti,” dedi annem.
Anneannem ise komik bir şekilde sağına soluna bakıyor, atalarının izini arıyordu. Üstelik
elinde hiçbir bilgi olmadan. Çaresizce “Eh madem Ohrid’e gidelim. Bizimkilerin orada da bir
şeyleri olmalı,” dedi.
Böylece Ohrid Gölüne doğru yola çıktık. Kıvrım kıvrım dağ yollarından, yeşilin türlü
çeşit tonunun içinden bir buçuk saat gittik. Hava daha da kötüleşmiş, yağmur atıştırmaya
başlamıştı. Üç milyon yaşındaki Ohrid Gölü’nün doğası da bizi solgun karşıladı. Yine de güzelliğini gizleyemedi. Vakitsizlikti, soğuktu derken, ne tekne turu yapıp gölün kaynağını görebildik ne de meşhur alabalığını yiyebildik. Vitrinlere bakıp Ohrid incilerini süzdük. Sonra tekrar yollara düştük.
Sınırdan geçerken, Makedon polisler bizi şaşkınlıkla karşıladı. Sitemli bir edayla “Bu
kadar çabuk dönülür mü, nedir aceleniz?” dediler. Annemle babam, vakitsizlikten yakındı.
Sabah uyandığımızda, Yunan anakarasında geçireceğimiz son güne başlamış olduk.
Acelemiz yoktu. Sakin sakin kahvaltımızı yapıp köyde yürüyüşe çıktık. Kahveye davet eden
konu komşu sayesinde iyice bu köylü olduğumuza karar verdik. Ayrılış vakti geldiğinde
istemeye istemeye yola düştük.
Akşamüzerine doğru Kavala Limanına geldik. Akşam yapacağımız feribot yolculuğu için
annem bir koşu gidip giriş işlemlerimizi yaptırdı. Gezinin yorgunluğu iyice üzerimize çökmüştü.
Hayalimiz, bütün gece denizin üzerinde yol alırken mışıl mışıl uyumaktı.
Gecenin ilerleyen saatlerinde karanlığın içinde dev feribotumuz limanda göründü.
Kocaman ağzını açmış, bizi yutmaya hazırdı. Arabalar birer birer içeriye dolmaya başladı.
“Chios***** diye soran görevliye, “Yes,” dedik. Kocaman Chios yazısını ön cama
yapıştırdı adam.
“Ohh!” dedi anneannem. “Böylece yanlış adada indirmezler bizi.”
“Öyle bir ihtimal var mı ki?” dedim. Yanlış yerde inme düşüncesi yüreğimi ağzıma
getirmişti.
“Olur mu canım öyle şey?” dedi annem. “Adamlar bu konuları çok ciddiye alıyor. Hiçbir
hata olmaz Yunan Feribotlarında. Bak görün şahane bir yolculuk olacak.”
Arabaları park ettiğimiz yerde, dev balinanın midesinin tam ortasında dizilmiş gibiydik.
Valizleri alıp yukarıya resepsiyona çıktık. Hiç böyle kocaman bir gemiye binmemiştim.
Resepsiyon görevlisi ısrarla Yunanca konuşuyordu. Annemle babam, dillerini
bilmediğimize onları zor ikna etti. Sonra İngilizce bilen görevli geldi. Biletlere bakıp konuştukça konuştu. Adam susmak bilmiyordu ve annem bu sırada kızarıp öfkeden duman çıkarmaya başladı.
Babam konuşulanları dedemle anneanneme sakince açıkladı:
“Aylar önceden aldığımız dörder yataklı iki kamaramız vardı biliyorsunuz. Fakat
Kavala’daki ofiste kayıt sırasında bizi farklı kamaralara yerleştirmişler.”
“Aaaa! Nasıl olur?” diye çığlık attı anneannem. Bayılacak diye korktum.
Annemle babamın tüm çabasına rağmen dördümüzü bir kamaraya, zavallı dedemi ise hiç tanımadığı insanlarla dolu başka kamaraya yerleştirdiler.
Şoku atlattıktan sonra hepimiz güvertede buluştuk ve Kavala’ya el salladık. Uykumuz
geldiğinde de portakal kasası kadar kamaramıza kapandık. Gece yarısı dev dalgaların
sallamasıyla uyandım. Ondan sonra da dedemi düşünmekten, yanlış limanda iner miyiz diye
endişe etmekten hiç uyumadım.
Sabah dokuzda Sakız Adası limanına yanaştık. Herkes rahat bir soluk aldı. Artık eve
dönmüş sayılırdık. Limandan çıkıp çarşı içinde çok sevdiğimiz börekçiye koştuk. Aldıklarımızla sahilde kahvaltı yaptık.
Altı gün süren, bin yedi yüz altmış beş kilometrelik gezimiz ve en önemlisi de bir gece
önceki sıkış tepiş, işkence gibi deniz yolculuğumuzu tamamlamıştık. Herkes çaylarını bunun
şerefine kaldırırken, annem onu fena hayal kırıklığına uğratan Yunan feribot şirketine sitem dolu mektubunu yazıyordu.
Manastır: Makedonya’nın Bitola kenti.
Şafak Ayini: 1916 yılından beri her yıl 25 Nisan günü Avustralya ve Yeni Zelanda’dan gelen halklar, Çanakkale’de savaşırken ölmüş yakınlarını anarlar.
RoboCop: Kask, eldiven, bot, pantolon ve monttan oluşan korumalı özel motosiklet kıyafetlerini robot, insan karışımı film karakterininkilere benzetiyor.
Restorasyon: Eski bir yapıda bozulmuş, yıkılmış olan yerleri, bölümleri aslını bozmayacak bir biçimde onarma.
Chios: Sakız Adası’nın Yunan dilindeki adı.
Bu etkinlik Nilüfer Dinç Demirok tarafından hazırlanmıştır.
KONU: Aile üyelerinin çeşitli isteklerine göre planlanmış Türkiye'den Makedonya'ya uzanan bir seyahat.
TEMA: Aile birlikteliği, seyahat, keşif, farklı kültürler ve tarihi yerler.
ANAHTAR KELİMELER:
Seyahat, Aile, Gezi, Tarihi yerler, Motosiklet, Feribot
KIPIR KIPIR DÜŞÜNCELER:
1. Geziye çıkan aile kaç kişiden oluşuyor ve kimler bu gezide yer alıyor?
2. Aile, Çanakkale'ye gittiklerinde ilk olarak hangi ünlü yapıyı ziyaret ediyor?
3. Aile üyeleri seyahat sırasında sınırdan geçerken hangi duyguları yaşadılar anlatabilir misin?
4.Aile Selanik'te hangi ünlü kişinin evini ziyaret etti?
5.Gezi sırasında hangi doğa olayları ve manzaralar aileyi etkiledi? Bunlardan en çok hangisini beğendin?
KIPIRDATAN ETKİNLİKLER:
1. Fotoğraf Albümü Yapalım: Gezide ziyaret edilen yerlerin ve önemli anların resimlerini
(internet veya dergilerden kesilen resimler) kullanarak bir fotoğraf albümü hazırlayın. Her
resmin altına kısa bir açıklama ekleyin.
2.Aile Ağacı Çizelim: Gezinin ana karakterleri olan aile üyelerini gözden geçir. Sen de kendi
kendi aile ağacını çizip aile üyelerini tanıtabilir misin?
3.Seyahat Günlüğü Yazalım: Daha önce yapmış olduğun bir geziyi düşün. Bu gezinin bir
günü hakkında kısa bir günlük yazabilir misin? Bu günlüğü yazarken gezi sırasında neler
gördüğünü, neler hissettiğini yazabilir misin?
4.Harita Üzerinde Yolculuk: Türkiye ve Yunanistan haritalarını bul ve incele. Gezinin
geçtiği şehirleri (İzmir, Çanakkale, Dedeağaç, Kavala, Selanik, Manastır, Ohrid, Sakız Adası)
haritada bulabilir misin? Bu şehirleri birleştiren bir çizgi çizebilir misin?
Çok merak ettim oraları. Bir de etkinliklerde Seyahat Günlüğü ile Fotoğraf Albümünden bahsedilmiş ya ben ikisini birleştirmeyi düşündüm. Böylece gidip gezdiğim yerleri hiç unutmam.
Biz de Esra ile birlikte geziyoruz, ne güzel. anne kız dayanışması da çok hoş. emeğine sağlık Esracım.